Alçakgönüllülük uzun ve söylenmesi zor bir sözcük. Tevazu da biraz eski moda. Ama ikisi de güzel sözcükler ve aynı anlama geliyorlar. Günümüzde pek teşvik edilen bir erdem değil tevazu. “Sen aslansın! Kaplansın!” kültürü hâkim bu günlerde. “Sen yaparsın!”… “Sadece kendine güven, sen başarırsın!”
İçinde!
“İçinde bir güç var senin” diyorlar bize. “İçindeki güce güven!” Reklamcılar da pahalı ürünleri satın almamızın neden iyi bir fikir olduğunu konusunda bizi ikna etmeye çalışırken, “Sen buna layıksın!” gibi sloganlar kullanıyorlar. Haksız değiller tabii. Her insan değerlidir. Hem de çok. Hepimiz güzel şeylere layık varlıklarız.
Evet hepimiz değerliyiz, ama yine de kendi değerimize odaklanmak pek iyi bir fikir olmayabilir.
Kendime değer vermemeli miyim? Tabii ki vermeliyim! Ama karşımdakine de öyle. ‘Komşumu kendim gibi sevmek’ başka nasıl mümkün olabilir ki? Herhalde sadece, ya da öncelikle, komşuma kendim kadar değer vermekle.
“Ben buna değerim!”… Evet ama; o da değer. Düşmanımı bile sevmek insanüstü bir şey gibi görünüyor. İnsan doğasına aykırı belki de. Peki ya ‘Komşumuzu kendimiz gibi sevmek’? Eh, bu da pek makul gelmeyebilir insan kulaklarına. Doğal değil? Zor? Tehlikeli?
Belki. Ama şu kesin değil mi: Komşuma kendim kadar değer vermekte hiçbir tehlike yoktur. İnsan doğasına aykırı olduğu da söylenemez bunun. Zor mu? Her insanın en az bir diğer insan kadar, (örneğin en az benim kadar) değerli olduğunu düşünmek gerçekten zor mu? Sevmek duygularla ilgilidir diyebilirsiniz, ama değer vermek, zihinsel bir davranıştır. Duygulardan çok sağduyuyla ilgilidir. Ve doğaldır. Bizim dışımızdakilere ya da bizden farklı olana, ötekine değer vermemektir insana aykırı olan.
İncil’de anlatılan şekliyle İsa, Tanrı’nın insanlara olan sevgisi nedeniyle dünyaya geldi. Tanrı’nın insana uzattığı bir “dostluk eli” gibi. Ve durum buysa, Tanrı beni sevdiği kadar, komşumu da seviyor olmalı. Onun gözünde ben ne kadar değerliysem, komşum, hatta “düşmanım” da o kadar değerli olmalı.
Gönlün alçalması
İşte bu bilgi, gönüllerimizi “alçaltabilecek”, bizi alçakgönüllü yapabilecek bir bilgidir. Dindar insanlar için Tanrı karşısında alçakgönüllü olmak, ya da alçakgönüllü “haller takınmak” kolay. Ama çoğu, aynı tevazu örneğini insanların karşısında pek göstermiyor.
Oysa gerçek alçakgönüllülük Tanrı’nın değil, insanların önünde gösterilendir. Ve bu, insanlardan korkmak veya “ezik davranmakla” değil, insanlara değer vermekle ilgilidir. Bu, alçakgönüllülük olgusunu “içselleştirmek”tir.
“İçselleştirilmiş” tevazu
Kulağa bilmişçe geliyor belki. Ama basit bir şey aslında. Bir şeyi içselleştirmeyi, bir bardak suyu “içmek” gibi düşünün. Suyu içersiniz ve artık o sizin bedeninizin bir parçası olur. Artık o su hakkında düşünmezsiniz. Varlığını, onu içmiş olduğunuzu bile unutursunuz. Ya da bir beceri düşünün. Örneğin araba veya bisiklet kullanmak: Edindiğin bir beceriyi, ancak ‘unuttuğunda’ gerçekten öğrenmiş olursun. Çünkü artık o işi düşünmeden yapıyorsundur.
Arabayı zihninle değil bedeninle sürüyorsundur artık. ‘şimdi vitesi değiştirmeliyim’ diye düşünmezsin. Vitesi değiştirirsin, o kadar. Sürücülüğü ‘içselleştirmişsindir’.
Gerçek tevazu da böyle bir şey aslında. Bilmek, akıl yürütmek, dinsel ya da felsefi metinlerden tevazu ile ilgili cümleler okuyup onların doğru olduğuna ikna olmak sadece birinci adım. Alçakgönüllülüğü öğrenme adımı. İkinci adımsa, öğrendiğini “unutma” aşaması! Yani düşünerek ve mantık yürüterek “o da benim kadar değerli” demekle kalmamak. Hatta bunu dile getirmeye bile gerek duymamak. Bunu düşünmeden bilmek. Gündüzün geceyi takip ettiğini bildiğimiz gibi, bundan ‘zaten’ emin olmak.